Paylaşımlarımız devamlı olacaktır,bizi izlemeye devam edin!!Ödevler-Dersler-Hukuk-Edebiyat Profesyonel çalışmalarla karşınızdayız İletişim için:Mehmetmeric35@gmail.com

22 Haziran 2015 Pazartesi

EFSANE KİTAP ÖZETİ (İskender Pala)

MEHMET MERİÇ UÇAR


EFSANE KİTABI ÖZETİ
Hikâye Akdeniz’in Midilli adasında geçmektedir. Adada Yakup Ağa adında Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi sırasında sipahiler arasında endamı, gücü ve kuvvetiyle dikkat çeken bir adam yaşamaktadır. Yakup Ağa savaştan sonra Midilli’ye yerleşip burada Rum kızları arasında güzelliğiyle dikkat çeken bir kızla evlenmiş ve dört çocuğu olmuştur. Bu çocukların babaları gibi iri kara gözleri ve anneleri gibi kızıl dalgalı saçları varmış. Halk onları adeta babalarının oğulları değil Yakup Ağa’nın müstakbel koruyucu melekleri gibi görürlermiş. Bu dört çocuk özellikte adadaki kızların ilgi odağıymış. Çocuklar biraz büyüyüp geliştiğinde ise Yakup Ağa nedendir bilinmez onların bir zanaatla uğraşmasını istemekteydi, onlara sık sık denizin insanın iflah etmeyeceğini, denize bir kez düşenin bir daha oradan çıkamayacağını öğütlemekteydi tabi bunun bir nedeni de artık Akdeniz’in bir korsan yuvası haline gelmesiydi. O sırada Midilli’nin girişinde Ceneviz, Sicilya, Katalan ve Floransa korsanları gemilerin önünü kesmekte ve gemileri yağmalamaktaydı bazen Türk kıyılarına çıkıp genç kız ve erkekleri kaçırıp esir pazarlarında satmaktaydılar ama Yakup Ağa bir gün kötülüğün karşılığını bulacağına inanmaktaydı.
  Bütün adalar gibi Midilli’de de hayat yavaş ilerlemekte genelde çocuklar babalarının meslekleriyle ilgilenmekteydi. Yakup Ağa’nın oğullarından İshak, alışılmış kuralı bozmayarak iyi bir marangoz olmuş. Küçük İlyas ilerde imam olmak üzere hafızlı yapıyormuş. Üçüncü oğul Hızır’ın çömlekçi olmasını istemekte iyi bir ustanın yanına çırak olarak vermişti bile. İkinci oğul Oruç ise bütün kuralların dışında her zaman babasını kızdıracak şeyler yapıyor ve boş boş adada geziyormuş. Adaya gelen gemilerden çıkan insanlarla konuşmayı zanaat öğrenmeye tercih ediyormuş. Aynı zamanda bir süredir camii yede gelmemekteymiş. Oysa babası ondan kardeşlerine ağabeylik yapması açısından çok şey beklemekteymiş.
  Günlerin birinde Midilli çalkalanmaktaymış. Oruç’un denize gemi indirdiği ve kendine tayfa edindiği konusunda. En imrenilen yanı da onun artık gemici dili biliyor olmasıydı. Çünkü delikanlılar arasında ada halkının en seçkinleri denizciler, denizcilerin en seçkinleri ise gemici dili bilenlermiş. Bir yıl geçmeden babasına rağmen bu işte parmakla gösterilir bir reis oluvermiş Oruç. Arada bir adaya uğrar kardeşlerine hediyeler getirir hikâyeleri ve başından geçenleri anlatırmış. Bu hikâyelerinden en çok etkilenende Hızır imiş hayallere dalıp kendinden geçermiş.
  Yıllar sonra Kanuni Süleyman Han Hızır Reis’i çağırıp başından geçenleri yazmasını bütün tarihin bunları bilmesini istediğini söylediğinde o bu işi kendi kâtibinin Seyyid Muradi’nin yazmasını teklif etmiş onun için kardeşlerimi kaybettikten sonraki kardeşim, sırdaşım, dostum diye tanıtmıştır. Buradan sonra yazılanlar ise Seyyid Muradi’nin ağzından yazılmış.
  Delikanlı Oruç denize bağlanınca, babası diğer üç kardeşin deniz kıyısında bile gezmesini yasaklamıştı. Buna hiç tahammül edemeyen biri vardı aralarında hemde adı Hızır iken. Hayat çekilmez olmuştu onun için artık adada yaşıyor ama deniz kenarına gidemiyordu bile. Onun yaşıtları ellerinde zincirler sallarken o elinde küçük halatlarla denizci düğümleri atmayı tercih ediyordu. Annesini toprağa vermişti. Tamda o yıl Oruç abisi İskenderiye’ye gitmiş yanında İlyas’ta varmış. Dönüşte Rodos Şövalyeleri yollarını kesmiş küçük kardeş İlyas ölmüş abisi ise korsanlara forsa hizmeti ile esir düşmüştü. Yakup ağa ise bu olayı duyunca olduğu yere yığılıp kalarak canını vermiştir. Hızır için hayat temelli çekilmez olmuştur. Aradan üç yıl geçtikten sonra ise Oruç üç gemiyi ardına takmış bir Osmanlı reisi kılığında çıkagelmişti dönüşü bütün adaları titretecek türdenmiş. Ama artık korsan gibi davranıyordu üç yıl boyunca Şövalyelerden çektiğinin intikamını alacakmış gibiymiş. O geldiği sırada beni de yanına al diyemeyen Hızır’ın yerine İshak abisi bunu yapmış ve Oruç’un gemisine girmiştir.Hızır ise bedeniyle babasından kalan evde yaşamakta gönlü ise denizde dolaşmaktaymış.Babası öldükten sonra artık denize açılsa da babasının sözünden çıkmış olmayacağını düşünerek yada kendini kandırarak Denize açılma fikrini kafasına koymuş ve kendine bir Mısır karakası ile bir barça tedarik ederek levendlerini de eş dosttan tamamlayarak denize çıkmak için her şeyi tamamlamıştı.Aslında denize çıkmasının bir nedeni de kardeşi İlyas’ın acısını azaltmaktı.Denize açılmasının dördüncü gününde korsanlarla karşılaşmıştır.Fakat zekasını kullanarak kötü durumu kendi lehine çevirmiş ve iki tane daha geminin sahibi haline gelmiş günlerce çalışarak kazanamayacağı ganimetide kazanmıştır aynı zamanda korsanların ellerindeki forsalarıda kurtararak azat etmiştir.
(Saint Alkala-Seyyid Muradi’nin- ağzından) 
Beatrix Ege bölgesinde yaşamaktaydı. Üç yıl evvel Menteşe vilayetinde ve Datça bölgesindeki Yazıköy’ü basarak babasını öldüren Rodos şövalyeleri kadırgalarla gelerek annesini ve kendisini kaçırmışlar. Annesi daha sonra esirlerin satıldığı pazarda bir gemicinin bıçağını alarak kendi canını kıymıştı ve Beatrix bu görüntüyü unutamıyordu. Henüz sekiz yaşındaydı. Annesinin ölü bedenindeki bıçağı çıkartarak gemiciye saldırmış ve tamda şişleneceği sırada kralın başmabeyincisi Salvador Domingo’nun, pazarın her yerinden duyulan “Yirmi real!” teklifinin cazibesi şişi elinde tutulan korsanı niyetinden vazgeçirmiştir. Kralın yoluna giden yol onun için açılmıştır. Kendisine soru sorulmadığı sürece konuşmamış, kendisine verilen Beatrix ismini de hiç yadırgamadan nedeniyle niçiniyle uğraşmadan kabullenmiştir. Gündüzleri balmumu için içyağı işleyip geceleri çamaşır yıkadığı saray hizmetkârları arasında geçen bir yıl boyunca konuşma orucu tutmuş, bu ara çevresinde konuşulan her şeyi inatla öğrenip anlamaya başlamıştı, Önceleri onu dilsiz sanmışlar. Ta ki yazlık saraydaki mektebin başpapazı Decan Ojeda kralı ziyareti esnasında zekâsını keşfedip onu Malaga’daki okula getiresiye kadar.
  Okul bir yandan sarayın çocuklarını, diğer yandan da ileride kral ve kraliçelere hizmet etmek üzere nedim ve nedimeleri yetiştiriyormuş. Okuma yazma, ok atma, at binme, hikâye anlatma, hesap, süslenme, terzilik gibi dersler, Tuleytula’daki geçen balmumu kokulu günlere nazaran çok eğlenceli ve rahatmış. Beatrix okulu sevmiş. En çok özlediği şey ise Türkçe konuşabilmekmiş. Annesinin dedikleri aklına takılır ve onları tekrar edermiş.
  Alkala Billure’yi tanıdığında on beş yaşında Billure on üç yaşındaymış. Bir gün öğretmenlerden biri kaç dil konuşabiliyorsunuz diye sorduğunda Alkala beş dil konuştuğunu söylemiş. Ders çıkışında Billure yanına yaklaşıp Türkçe konuşup konuşmadığını sormuş hayır cevabını almış ve ilk sohbetleri bu şekilde olmuş. Sonrasında Beatrix ile aralarında kalacak şekilde bir anlaşma yapmışlardı tabi ki önce birbirlerini tanıttıktan sonra Alkala ona Arapça ve Almanca dilbilgisi öğretecek o ise Türkçe dersleri verecekti.
  Beatrix ile anlaşmaları gereği harita odasında ders çalışmaya başlamışlar ve bu sırada haritalar üstündeki bilgisini de Beatrix ile paylaşmıştır ve Beatrix bunları nerden öğrendiğini çok merak etmiş. Alkala da onun Türkçeyi nasıl öğrendiğini merak etmişse de birbirlerine soramamışlardır, bildikleri dilleri nasıl öğrendiklerini birbirilerine soramamalarının bir nedeni de Akdeniz sahillerinde insanların birbirlerine hangi dili neden konuştuğunu sormasının yanlış olmasıydı bunun nedeni ise çok kimlikli insanların savrulmuş hayatlarının birbirine girince böyle bir kural oluşmuş. Daha sonraları beraber olmaktan zevk almaya bile başlamışlar ve zevkle ders çalışmaya başlamışlar. Dersler ilerleyip konular fiil çekimlerine geldiğinde ise:
   “Anladım, Alkala, hani Fatiha’daki ‘Elhamdü li’llahirabbi’l-âlemin’ der gibi değil mi?                 
Dediği sırada büyük bir sessizlik oldu ve hiç belli etmemesi gereken bir şeyi ortaya çıkarmış oldu. İspanyada Müslüman yaşaması kesinlikle yasaktı. Bilen ve saklayanlarda en az Müslümanlar kadar ceza alıyorlardı. Beatrix bu yaptığı hatadan sonra çok pişman olmuş ve dilim kopsaydı söylemeseydim diye mırıldanırken. Alkala ise bu sırrı nasıl saklayacağını düşünürken bunun altında ezilirken bir anda Alkala sordu:
  “Gerçek adın ne senin?”
Ömrünün en zor sorusuyla karılaşmış olsa gerek ve bunu Türkçeyi nerede öğrendiğini söylememek kadar kolay geçiştiremeyeceğinin farkındaydı. Doğru söylemek gerektiğini düşünsün istiyormuş. Sesinin tonunda bir samimiyet varmış.
  “Billure!”
  “Billure ha, gerçek adın Billure?”
  “Hı…”
Gerçeği öğrendikten sonra Alkala sorulara devam etmiş ve bütün gece sohbet ederek gerçekleri öğrenmiş her öğrendiği şeyden sonra üstüne biraz daha yük bindiğini fark etmiş.
  Daha sonraki günlerde bundan Dejan Ojedaya’ya bahsetmiş ve beraber Billure’nin odasına giderek onunla konuşmuşlar Ojeda Müslümanlara yapılanlardan Alkala’nın bu gerçeği saklayacağından bahsetmiş. Bir baba gibi davranmış ona ve olumlu bir şekilde karşılayarak sır olarak içinde tutmuş ve bir şeyler yapmaları gerektiğini onlara söylemiş.
  Artık harita dersleri hayal olmuş ve hayat tekrar Billure için sıkıcı ve dayanılmaz bir hal almıştı. Birbirleriyle hiç konuşmamışlardı o zamandan beri. Alkala içinde aynı şekilde gitmişti oda Billure’nin yokluğunu fazlasıyla hissetmekteydi hatta hissettiklerinin bir arkadaşı kaybetmek mi yoksa kalbinin diğer yarısını mı kaybetmek mi olduğunu anlamamıştı.
  Bir ay kadar sonra Alkala’nın uykusu kaçmıştı yatakta otururken kapı çaldı ve gelen Dejan Ojeda’idi. Gecenin bu saatte gelmesinin hayırlı bir şey için gelmemiş olduğunu anlatmıştı Alkala’ya. Daha sonra Ojeda Alkala’ya bir tehlike belirdiğini Kral Fernando’ya saray hizmetleri için on kadar genç kız lazım olduğunu ve görevlilerin gelip kızların hayatları hakkında her şeyi tek tek soracaklarını ve öğrenmek isteyeceklerini söyledi. Yine Beatrix’le bugün konuştuklarını ve bir karar aldıklarını anlattı. Öğleye doğru hep beraber bir gezintiye çıkacaklarını ve Alkala’nın onu bir süre saklanabileceği bir yere götüreceğini ve ilk fırsatta Tunus’a gitmesini sağlamasını söylemiş.
  Birkaç gün içinde malagadaki okuldan ayrılmışlar ve ayrılırken Dejan Ojeda ile uzun uzun vedalaşmışlar. O Ojeda’nın hiç bu kadar üzüldüğünü görmediğini söylemiş içinden. Daha sonraları Malaga’dan iyice uzaklaşmışlar Alkala ile birlikte. Billure yol boyunca ağlamış ve sahil boyunca ilerlemişler. Uzunca bir süre ilerledikten sonra Alkala vardıklarını söylemiş. Billure şaşırmış burayı gördüğünde girdikleri yer terk edilmiş bir hisarmış yıkılmış veya yıkılmaya yüz tutmuş evler. Engizisyonun boşalttığı Yahudi Sefaradların veya Müslüman Müdeccenlerin köy ve kasabalarını koruyan hisarlardan biri gibi duruyormuş.
  Kapısı olan bir ev bulmuşlar. Alkala Billure’ye evi temizlemesini en azından yaşanılacak hale sokulmasını söylemiş. Kendiside üç beş parça tahta bularak yatak haline getirmiş üstlerine de ot yığmış.Güneş batmak üzereyken yanından ayrılmış.Hisarın aşağısında sabahlayıp onu korumak niyetiyle orada nöbet tutmaya başlayacaktı.Giderken ona Türkçe olarak görüşürüz Billure yarın görüşürüz demişti.Billure buna çok sevinmişti hem bunları özlediği dil Türkçe olarak söylenmesine hem de bu kelimelerin bu kadar güvendiği bir insanın ağzından çıkmasına sevinmişti.Onu belki de bir anne,baba,kardeş gibi görüyor olacağını düşündü Alkala.İkisi de o anı unutmayacaktı akan mutluluk gözyaşlarıydı ve o sırada Alkala Türkçe kelimelerle bağırarak söyledi.Bir Hıristiyan olmadığını bilmekten Billure’nin hoşnut olabileceğini düşündü ve bağırmıştı.
  “Ben bir mudajeresim Billureeeee!”
  Billure özgürlüğünü hissetmiş. Türkçe onu özgür kılmış. Nasıl olsa duyan olmaz diye oda bağırmıştı.
  “Ben bir Türk’üm Alkalaaaa!”
  Alkala o gece Billure’nin yanına bir miktar umut ve mutluluk bırakarak oradan ayrılmış. Billure o gece aklından sürekli geçiriyordu Müslüman mısın, Yahudi mi eğer Müslüman’san nasıl o okulda okuyorsun, belki de biri seni koruyordur o sayede okula girmişindir acaba senin baban mı çok yetenekli bir insandı gibi sorular dönüp duruyormuş aklında. Kafasının karıştığını düşünerek:
  “Alkala sahi sen kimsin? Ve ben seni neden seviyorum?”
BİR YIL SONRA
  Billure’yi kaçıranları bulmak amacıyla çıktığı yolculukta kendi gemisini ele geçiren Andre Doria’nın gemisinde forsa olarak çalışarak sırtında kırbaç yiyerek bulmuştu kendisini Alkala. Ama her nedense bir iki ay içersinde kendisini Andre Doria için sonuna kadar savaşabilecek biri olarak görüyormuş. Kaptanın konuşmaları görünüşü, duruşu ve sürekli kullandığı ve hayat tarzı haline getirdiği “Hiçbir zaman savaşmayanlar hiçbir zafer elde edemezler.” sözü bütün forsaları etkiliyor ne kadar zincirlerin azcık genişlemesine izin vermeseler bile onun için savaşmaya can atıyormuş herkes. Daha sonraları aynı şekilde devam ederken bir anda peşlerine yılanbaşlı kadırgaların düştüğünü fark ettiler. Andre Doria bir anda hitabet tarzı konuşmaları yapmaya başlamıştı. Bütün forsalar bir anda savaş için cesaretlenmiş ve zafer çığlıkları atmaya başlamışlardı. Daha sonrası çatışma başladığında Andre Doria yenilmiş. Bütün forsalar esir olarak düşmüştü. Alkala o sırada diğer geminin kaptanına baktı kızıl sakallı, heybetli, endamlı bir adam gördü ve aklından geçirmiş. Yoksa o “Barba-Rossa” mıydı? O an Billure’yi bulma isteği canlandı çünkü onların Müslüman olduğunu ve Billure’ye ulaşmada daha iyi olabileceğini düşünüyormuş.
  Kaptan gemisine aldığı forsaları tek tek tanımak isteyeceği için onları kendi kamarasına çağırmaktaymış sıra Alkala’ya gelmiş. Müslüman olduğunu anlaması için okuduğu Fatiha’dan sonra gülümsemiş:
  “Hikâyeni anlat çocuk, bana hikâyeni anlat!”
  “Adım, efendi Barba-Rossa, adım...”
  “Dur!..Sen Barbaros’u daha evvel hiç görün mü ?”
  “Hayır, efendi Barba-Rossa, lakin…”
  “O halde yalnızca denileni yap ve hikâyeni anlat.”
Daha sonrasında Alkala bütün hikâyesini anlatmış kaptana tüm ayrıntısıyla. Ne yaparsın sen diye sormuş kaptan oda pusula, harita, milyem hesapları konusunda bilgiliyim demiş fakat inanamadığı belliymiş kaptanın. Daha sonraları sabaha kadar haritalar hakkında muhabbet etmişler. Alkala ona Billure hakkında da bir sürü şey anlatmış. Kendi yaptığı haritayı Billure’nin gizlice aldığını ve kendi heykellerini de ona bıraktığını da anlattı. Kaptan ondan bildiği bütün dilleri kendisine öğretmesini ve haritacısı olmasını istemişti.

  Bu sıralarda Billure saklandığı evde korsanlar tarafından bulunmuş ve gemiye bindirilmiş. Yirmi bir günlük gemi yolculuğunun ardından kendi gibi diğer bakire kızlarla birlikte Cenova limanına gelmiş orada bekliyorlardı o sırada Dejan Ojeda’yı tanıdığını söyleyen papaz kıyafetli bir adam dikkatini çekti o bu esirleri elindeki tütsüyle kutsuyor ruhlarını arındırıyormuş. Daha sonra adamın ağzından çıkan kelimeler biraz olsun onu rahatlatmış:
  “Bu kızları Bakire Meryem’in anısına Kutsal Baba’mıza adayalım. Onların manastırda ettikleri dualar sizin denizlerde emniyetinizi sağlayacaktır. Kilise bütçesinden her bakire için üç altın meblağ da ayrıca tarafınıza ödenecektir” demiş. Beatrix Cevera ırmağının mendereslerini ve limanı tepeden gören manastırdı eğitim görecek kızlar arasındaki yerini çoktan almıştı.
  Daha sonraları dikkatini çeken bir kız vardı zeki ve fettan bir kızdı bu. Cıvıl cıvıl hayat dolu ve şakacı. Bir gün nihayet onun şakalarına gülmeye başladı. Kendini ona tanıttı:
  “Adım Beatrix benim, Doğu Akdenizliyim. Sen de Conradina’sın değil mi ?”
  “Bana Conri de, yeter! Bohemyalı Conri!”
  Bu iki cümle, takip eden günlerde birbirlerine tutunmalarına, güvenmelerine ve paylaşmalarına açılan kapı oldu. Birbirlerinin hikâyelerini dinlediler, hikâyelerini anlattılar dertleştiler. Conri çoktan Alkala ismini ezberlemiş görmemiş olsa da onu tanımış kadar olmuştu. Kilisenin rutubetli, soğuk odalarını arkadaşlıklarıyla ve yaptıklarıyla ısıtmıştı geçen günlerde ikisi de.Daha sonraları Beatrix Conri’ye Alcala’nın yaptığı haritayı ve o haritada birlikte geçtikleri yerleri, yattıkları yatağı, attıkları her adımı tek tek isimleyerek işaretlediği haritayı anlatmış.Conri bunu çok etkileyici bulmuştu.Alcala’nın bunu gizli olarak yaptığını ve benim bildiğimi bilmiyor diyerek anlatıyormuş.Ama Beatrix bunu almıştı kendinde hatırası olmasını istemiş ve kendiside Dejan Ojeda’nın ona verdiği heykelleri Alcala’ya bıraktığını anlatmış.Arkadaşlıkları pazar günü çıktıkları gezilerle ailelerin evlerine girip kilise için yardım istemeleri sırasında iyice kaynaşmıştı.Beatrix, Conri’nin çok haşarı bir kız olduğunu içi içine sığmadığını o günlerde daha çok anlamış.
ssss.jpg
İKİ YIL SONRA
  Kaderkale, Hızır Reis’in karargahıydı. Denize açıldığının üçüncü haftası bulmuş burayı. Gemilerini muhafaza edebileceği geniş bir yatağı bulunan herhangi bir düşmandan kaçarken saklanabilecekleri güvenlikli bir böle olarak görmüş ve orayı sahiplenmiş. Artık donanmasının Tunus ile Sicilya arasında güvenle saklanabileceği dinlenip durabileceği bir yer bulmuş. Burayı çeşitli tuzaklarla döşemişler hazırlamışlar limanı onararak yaşanabilecek hale getirmişler. Artık bu işi de halledince Cerbe’ye Kızıl Sakal Oruç Baba’nın yanına bütün bu güven ve emniyetle hissiyle varabileceklerdi artık.
  Cerbe güzel bir yerdi. Açıklarına varıldığında bir cehenneme girmişler. Oklar, alevler, toplar, gülleler, sakuletalar, yangınlar, çığlıklar… Bu sözlerden sonra cenge onun bıraktığı yerden mecburen onlar devam etmiş. Akşama kadar can pazarı kurulmuş, nihayet deniz yavaş yavaş durulmuş, Ortalık sakinleşince tedavi akıllarına gelmiş. Hekimlerin tavsiyesi üzerine Oruç Reis’e afyon macunu yutturulmuş. Sehere yakın Oruç Reis kardeşine neredeyiz diye kızanlarımız nerde diye ve gazamız ne oldu diye sormuş. Hızır Reis Tunus’a gidiyoruz. Kızanlarımız çok şükür hayatta zafer bizim diyerek onu rahatlatmış.
  Tunus’a vardıklarında bütün ünlü hekimler çağırılmış, camide sürekli hatimleri indirilmiş ve onun için dua edilmiş. İnsanın uyandığında uzuvlarından birini görememesi nasıl bir şey olabilir diye düşündü. Oruç Reis yerden kollarını havaya kaldırarak:
  “Masraflı oldum. Hızırım. Şimdi birde elsiz olan koluma el tedarik etmek gerekiyor.” .Bu sırada Tunus kralı tüm misafirperverliğini kullanmış. Kral onlara birer köşk tahsil ederek burada yaşamlarını ve ülkesinde asayişe yardımcı olmalarını istemiş. Bir gün Hızır Reis, Alkala ile konuşurken bir ses gelmiş bir kadın sesi ve Hızır Reis bundan çok etkilenmiş. Şarkı Endülüs şarkısıymış ve Alkala bu şarkıyı bütün Endülüslerin ezbere bildiğini söylemiş. Alkala kızı araştırmış ve ileri günlerde adının Cemeyna olduğunu öğrenmiş. Hızır Reis ise şarkıyı söyleyen herkim ise, çok güzel söylüyor olduğunu söylemiş. Alkala da şarkıyı okuyan da Sultan Muhammed’in hanendesi Cemayma, efendimiz demiş. Hızır Reis kanunuda pek bir maharetle çaldığını söylemiş.
  Sonbahar gelip de gemiler kızağa çekilmeye başladığında İspanya’ya, Rahip Ojeda’nın yanına, sırlarının içine ve elbette Billure’yi beklediği hisara gitme zamanının geldiğini fark etmişti Alkala. İki senedir Hızır Reis ona izin veriyordu sonbaharda gidip bahar aylarında geri gelmesine ama artık farklıydı. Artık bir donanma sahibiydi ve seyir süvarisi olmadan bir donanma yürütülemezdi. İzin isteyemedi Alkala. Ona yeni sahibi olduğu ve beylik sürdüğü Cezayir hakkında teferruatlı bilgi edinmek istediğini söylemişti Alkala. Bazılarında hiç hayat bile olmayan, içinde kimin yattığı, kimin saklandığı belli olmayan cezirelerdeki insanları ve coğrafyayı araştırmanın iyi olacağını anlatmıştı. Hızır Reis için çizdiği portolan ve haritaları geliştirmek adına bu adaları, kıyılarını ve koylarını görmesi de gerekiyormuş. Ayrıca kendisi için ilerde hazırlamayı düşündüğü “Atlas Minor” içinde lazımmış. Neyse ki Hızır Reis ona her açıdan güveniyordu ve baharda geri dönmesi üzerine anlaştılar. Bir Ceneviz kalyonuna binmiş ve yolculuğa çıkmıştı ama İspanya’ya uğrayacağını ona söylememişti. Yoksa her sene İspanyaya gitmesinin altında başka bir neden arayabilirdi. Hem kim bilir, belki de bu yıl geliverirdi de. Sonra da Madrid’e geçmek ve kimseye anlatamadığı işlerini yapmak zorundaydım diye düşünüyormuş. İzin istediğinde ise Hızır Reis ona uzun bir nasihatte bulunmuş. Kışın Akdeniz’de böyle bir mevsimde yolculuğa yalnız çıkan birinin canını ve hürriyetini tehlikeye attığını herkes gibi senin de bildiğini biliyor olman lazım Sidi diyerek sözlerine devam ediyor, Başına böyle bir şey geldiğinde seni kurtarmak için fidye rakamının yüksekliğine hiç bakmayacağını ve eğer geri dönmezse Seyir katibsiz ve yardımcısız kalacağını söylemiş. Sorun kemerine koyduğum altınlar boşa gitmesi değil derdim, hayır, uğrunda tehlikeye girecek bir amacın olup olmadığından şüphe duymam diyerek sözlerini tamamlamış. Bu son cümle Alkala’nın kafasını karıştırmıştı. Bir an için onu İspanya’ya çeken şeyin yalnızca Billure olmadığını anladığını düşünmüş. Ama yineden ettiği yeminler ona bazı görevleri yapması gerektiği yükünü yüklüyormuş. Bir kış için izin istediği Hızır Reis’ten iki yıl ayrı kalacağını bilmeden yola çıkmış.
İKİ YIL SONRA
    Veliaht Carlos, Kral VII. Henry’nin İspanyadaki gözü kulağı olan dük hazretlerinin onun için düzenlediği eğlenceye katılmak üzere yola çıkmıştı ve partiye katılmıştı. Prens Carlos VII. Henry’i ve onun mensup olduğu Tudor hanedanına mensup olan kimseyi sevmez sadece VII. Henry ile evli olan teyzesinin gitmediğini duyduğunda üzüleceği için katılmıştı bu eğlenceye. O eniştesinin bir kadın düşkünü olduğunu çok sinsi ve hain bir insan olduğunu biliyordu bu yüzdende yine o aileye mensup olan bu dükü de midesi kaldırmıyordu. Yine dükün buraya bir hainlik peşinde ve ona yaranmak için yalakalık yaptığını düşünüyordu. O sırada dük onu birisiyle tanıştırmıştı Andre Doria Cenevizli bir asilzade ve de bir kaptan diyerek tanıştırdıktan sonra kendisi için ilerde çalışabileceğini de sözlerine ekledi. Tanışalım elbette ama belki ileride olabilir ve şuan kapılarım asalaklara kapalı diyerek bu isteği reddetmişti.Tudor dükünün asalak kelimesine çok bozulduğu belliydi.Ama onlar aralarında muhabbet etmeye devam ediyorlardı:
  “Sevgili Doria Peki Madrid’e neden geldiniz?”
  “Hayat arıyorum veliaht hazretleri; kendime göre bir hayat!”
  “Sana göre olan hayat şu havuzdaki çıplan kızlardan farklımıdır?”
  “Çok farklıdır Efendim, sevişmekle değil, savaşmakla kazanılır.”
  “Denizci olduğunu sanıyordum, meğer şövalye imişsin.”
  “Savaşmadan kazanmayı hayal eden krallardan kaçtığım için şövalyeliğimi denizde yapmaya karar verdim majesteleri.”
  “Savaş tek kazanç yolu mudur ki?”
  “Denizi sevenler için evet majesteleri ve ben denizi seviyorum!”
  Bu sırada eğlence devam ederken ortalık bir anda karıştı ve dışarıdan gelen sesler duyulmuştu. Ortalık bir anda karışmış ve çığlıklar bağrışmalar başlamış. Başmabeyinci içeriye girerek Veliaht Carlos’a “kral” demişti herkes şok geçiyordu bu sırada seyis içeriye koşarak girerek öldürülmüş efendimiz, öldürülüp çengele asılmış üstünde dağlanmış hilal damgası var. Baş muhafızınız efendim vahşet… Korkunç! Diyerek anlatmış. Bu şaşkınlıkla herkes Kralı baş muhafızın öldürdüğünü düşündü ve Carlos’un adamları dükün etrafını çevirdiler. Bu sırada sakinleşen başmabeyinci anlattı kralımız ani bir hafakan nöbetiyle öldüğünü söyledi. Yani onu öldüren baş muhafız değildi. Bir anda dük ortalığı sakinleştirmek için “Yaşasın kralımız!” “Viva Carlos” diyerek bağırmış ve arkasından bütün salon buna katılmış.
  Gece Carlos için sona ermiş ve oradan ayrılırken düke baş muhafızın başına ne geldiğini öğrenmesini ve kendisine iletmesini söylemiş ve oradan ayrılmış. Dük ise o anda tedirgin olmuştu önceki kral ile iyi anlaşıp işlerini devam ettiriyordu. O an Carlos ile anlaşamayacağını anlamıştı.
  Gün ışıdığında Alkala dışında salonda sızmayan çok az insan varmış. Doria da bunlardan biriymiş ve denizdekinden daha dinç görünüyormuş. Yüzüne bakıp izin isteyerek hanendelerine artık susmalarını ve eşyalarını toplamalarını işaret etmiş. Tudor dükünün yanına giderek omzuna hafifçe dokunarak ücretlerini istemiş Tudor dükü tekrar gelmesini isteyerek ücretlerini vermiş en son adını sormuş senin adın ne soytarı diyerek. Alkala efendim, Madrid’deki kıvrak müziklerin efendisi.
  Alkala artık ispanyadan ayrılıyordu bir kalyona binmiş. Orada bir Müslüman’la karşılaşmış ve muhabbet etmeye başlamışlar. Ona memlekette neler olup bittiğini sormuş Hızır Reis’i sormuş onun adam topladığını duymuş ve bir seyir kâtibi aldığını da duymuş ve bir an içine bir acı düşmüş hemen konuyu kapatarak başka neler olduğunu sormuş. Kral Carlos’un Tudor dükünü topraklarından kovduğunu öğrenmiş.
  Sonralarında Cezayir’e vardığında akşam vaktiymiş. Sefer mevsimini bildiren badem çiçeklerinin geniz yakan kokuları duyulmaktaymış. Limana baktığında sayısı sayılamayacak kadar çok olan bir donanma görmüş ve Hızır Reis’in donanmasını geliştirdiğini sayısını arttırdığını görmüş.
  Ondan ayrıldığı salonda ona karşılamış Reis. Kollarını bir çocuk gibi iki yana açmış haykırmış:
  “Oğlum oldu Sidi!..”
  Kırk yaşını aşkın bir erkeğin ilk babalık sevincini onunla paylaşmasından anlamış hala itibar edip onu unutmadığını. Çocuğun Cemayma’dan olduğunu anlatmış onu anlatmış. Daha sonra aniden Billure’yi sormuş bulup bulmadığını Alkala ise ona evet demeye o kadar çok istekliymiş.Fakat cevap belliydi.”Hayır”.

                                                                                                              
İKİ YIL SONRA
  “Conri uyan!..Uyan Conri!..”
  “Üff!..Ne var kızım ya?”
  “Dinle!.. Yaklaşan uğultuları duyuyor musun?”
  “Rüzgârdır, denizlerde hep duyulur.”
  “Şakanın sırası değil Conri dinle bak!”
  Conradina hamak tentesinden başını kaldırır gibi olmuş, biraz dinlemiş. Dışarıda gerçekten büyük bir uğultu varmış.
  “Yoksa korsanlar mı Beatrix, Barba Rossa mı?”
  “Gecenin bu saatinde Kaptan Doria’nın ve papalık donanmasının yolunu kestiklerine göre başka kim olabilir?”
  “Hangisi peki. Kancamı, küçüğü mü?”
  “Ne fark eder, ikiside Kızıl Sakallı olduktan sonra. Ama galiba Kanca olamaz, bu sularda küçük olan eğleşiyor olmalı.”
  “Neredeyiz?”
  “Zannederim Ustica açıklarında. Akşam vardiyanlardan biri Sicilya’ya yaklaştığımızı söylemişti.”
  Bir anda buraya düşme nedenlerini aklında geçirdi ve burada hiç olmaması gerektiğini düşünmüş Beatrix. Yine Conri’nin haşerelikleri yüzünden ceza yemişlerdi Bohemya’ya gidiyorlardı orada üç yıl hiç dışarı çıkamayacaklardı. Bu yüzdende bu gemi ile oraya gidiyorlardı ne şanstı ki korsanlara denk gelmişlerdi.
  Beatrix o sırada dışarıyı dinlerken gelen seslerin Türkçe olduğunu duydu ve o an Barba Rossa kardeşlerden biri olduğunu anlamıştı gelenlerin. Bir anda Müslüman olmasının onu kurtarabileceğini ve beklide bu hayattan kurtulup memleketine dönebileceğini düşünmüştü ama tamda o an Conri’ye gerçek ismini dinini kim olduğunu söylemediğinden pişman olmuştu. O sırada dışarı ufacık bir pencereden bakarken bir ses duydu Türkçeydi!
  “Bre Piri Reis!...Sidi burada olmalı,seni görmeliydi!”
  “Reis babamız! Sidi neyse de asıl Ernesto soytarısı görmeliydi bugünü. Haritalarımızı çalıp götürdüğü için.”
  Beatrix çok istedi bulunduğu yerden Türkçe bağırıp çağırmayı ama yapamazdı tabi ki. Gemi çok ağır yaralar almıştı birinin acilen bulundukları mahzenin kapısını açıp onları dışarı çıkarması gerekiyordu yanlarında birkaç papaz ve yüksek forslu hanımefendi ve ufak bebekleri de bulunuyordu. Daha sonra Kaptan Doria gelerek düşeslere bilgi verdi ve sakin olmalarını söyleyerek oradan çıktı. Herşey Doria’nın aleyhine dönüyordu ve gemiler bir bir batıyordu. Güverteden Türkçe sesler geliyordu anlaşılan Hızır Reis’in adamları güverteye çıkmıştı.
  Beatrix her zaman Conri’nin soğukkanlılığına ve zekâsına hayranlık duyardı ama bu sefer daha çok imrendi. O hengâmede, artık hangi planın peşinde ise, elbiselerini çıkarmış, düşese giydirmeye çalışıyordu.
  Onları ilk bulan, bir Türk levendi idi. Gemide kadın görmek onu çok şaşırtmıştı. Omzunda dövmesi dazlak kafasında bir yara vardı aynı dinledikleri hikâyelerdeki korsan adamları gibiymiş. Conri ise her zaman kendini böyle bir korsanın kollarında hayal ederdi ve iğce incelemiş korsanı. Onu etkilemeyi düşünüyordu. En son bunu Doria’nın üstünde yaptıysa da gece gene şarap fıçıları içinde geçirmiş. Aynısını bu Türk levendine yaptığında terslenerek iktirilmiş oturduğu yere. Tekrar denediğinde ise bu sefer öfkelenip köşeye sinmesini söylemiş ona levend. Beatrix ilk defa Conri’nin korktuğunu düşünmüş. Ama aslında onun korkusu cazibesini kaybettiğini düşünmekmiş.Korsana gelince büyük ihtimal bir şeyden çekiniyor,düşesin kim olduğunu bilerek,asaletine hürmeten hareket diyordu. Belki de dindar bir insandı ve inancı gereği ona yaklaşmak istememişti. Daha sonra korsan bir fıçının üstüne oturarak beklemeye koyulmuş sonra da bir çocuğun başını nazikçe okşayıp palasını beline koymuş, başını yere eğerek beklemeye başlamıştı. Beatrix düşünmüş iyide bu neydi şimdi. Hızır Reis’in levendleri yoksa gerçekten Akdenizli kadınların âşık oldukları garip centilmenler miydi? Söylentiye göre onlar esir aldıkları kadınları satmazlardı onları bile sahiplenirlerdi. Müslüman oldukları için Memluk ve Mısır gemilerine saldırmazlardı. Onların gerçekten farklı bir ülküsü olup olmadığını aklından geçirmiş Beatrix. Mümkün olup olamayacağını düşünmüş. Sonra ise bunların cevaplarını Hızır Reis’in karşısına çıkınca alabileceğini düşünmüş. Barba Rossa’nın huzuruna çıkarıldıklarında kaptan onlara sizi iki çocuğunuzla birlikte Sicilya’da Aragon valisine emanet edeceğiz. Ta ki kocanız dük hazretleri gelip size bulabilsin diye demiş. O sırada düşes kıyafetlerini giyen Conri atladı ve diğer hizmetçi ve rahibeleri de bağışlaması için ona altın vaat etti. Kaptan bunu kabul etti.Bu sırada Doria’yı yakaladıklarını sanan Barba Rossa’ya içten içe gülüyormuş herkes çünkü Doria kılık değiştirerek yerine bir asker koyarak oradan çoktan uzaklaşmıştı.Gemiden indirilmiş ve valiye doğru yola çıkmışlar.Yolculuk sırasında askerler tarafından saldırıya uğramışlar Conri tecavüze uğramış tam bu sırada askerlerden birinin bacağına bir ok saplanmış ve Beatrix’te orada bayılmış.Altı gün sonra saraya vardıklarında düşes yaptıkları için iki kıza da minnettardı.İkisine de yanında kalmaları için teklifte bulunmuş Beatrix’in dadılık yapmasını istemişti.


  Alkala yine ettiği yeminler ve özel işleri nedeniyle İspanyada imiş. Burada hain kâtip Ernesto hakkında bilgi edinmiş. Ne yazık ki Oruç Reis’in hain bir planla şehit edildiğini ve cesedinin sergileneceğini öğrenmiş. Ama Cezayir’e döndüğünde hangisini anlatmalıydı Hızır Reis’e bilemiyormuş. Daha sonra Cezayir’e dönmüş. Her şeyi tek tek anlatmış. Oruç Reis’in nasıl tongaya düşürüldüğünü Ernesto’nun bir papalık ajanı olduğunu ve bilerek ona yaklaştığını bilgi sızdırabilmek için. Daha sonra Oruç Reis’in cesedini ve kanca resmi olan gemisini nasıl kaçırıp huzuruna getirdiğini anlattı. Hızır Reis her ne kadar üzülse de en azından cesedinin geldiğine ve bir gemisinin ona bağışlandığını görünce sevinmişti ve:
  “Allah senden razı olsun Sidi, evladım” demişti.
  Devam ediyordu gemiyi kaçırdıklarında bahçelikten sesler geldiğini duymuşlar ve devamında dört tane yaşları yirmi ila otuz arasında değişen hayat kadınları bulmuşlar meğer askerleri eğlendirmek için ordalarmış içkinin sarhoşluğuyla sızıp kalmışlar. İçlerinden biri Alkala’yı etkilemişti hayatlarının birbirine benzediğini düşünüyordu üstelik oda müdeccendi.
Hızır Reis’in karşısına çıkardı kızı ve sözlerine devam etti kızı masum gördüğünü yüreğinin ezildiğini ve alıp getirdiğini söylemiş. İsmi Alalude imiş.
  Yedi gün sonra Alkala’yı çağırdığında Oruç Reis defnedilmiş kuranlar okutulmuş. Ernesto’nun infazı için iki kişi görevlendirilmişti. Hızır Reis yedi gün boyunca konuşmamış, uyumamış yorgunluğu gözlerinden anlaşılıyormuş. Ağabeyinin hatıralarına gömülmüş. Beraber satranç oynamaya başlamışlar. O sırada Alalude’yi sordu ve Alkala’da eşine hediye etmek istediğini söylemiş. Hızır Reis ise senin hizmet edecek bir kişiye ihtiyacın var diyerek ona taş atmış. Devamında üstelik oda müdeccen diyerek eklemiş. Alkala o an durmuş çünkü Hızır Reis müdeccen olduğunu nasıl öğrenmişti kendisinin o söylememişti. Belli ki beni araştırtmış dedi içinden. Daha sonra şaşırdığını fark edip konuyu değiştirmişti Hızır Reis.
  Üç heykel hakkında konuştular bir sürü âlim, hoca çağırdığını fakat kimsenin anlamını bulamadığını söylemiş. Devamında da bileni bulmalı diye ekledi Billure’yi kastederek. Devamında ise
  “Bileni bulamazsak biz de bilene buldurmalıyız!”dedi
  Alkala ne demeye çalıştığını anlamadı daha sonra sözlerine devam etmiş. Eğer razı olması halinde heykelleri Carlos Kral’a gönderip düşünmesi, bileni aratmasını sağlayalım. Anlamını çözmesini istemeyi çözemeyeceği için bir sürü araştırma yapacağı için bir gün Billure’ye ulaşacağını düşünmüştü. Bu sayede Billure’ye açılan yolda açılmış olacaktı. Alkala o an anlamış Hızır Reis’in bunu kendisi için yaptığını. Kabul etmişti ve heykeller tez gönderildiler. O sırada cenklerde ele geçirilen haritalara bakmak istediler ve bundan büyük zevk duyuyorlarmış. Alkala saatlerce her tonu her çizgiyi inceleyerek bakarmış haritalara. İncelerken Hızır Reis onun heyecanının arttığını söylemiş. Tam o sırada cevap verecekken dili tutulmuş Alkala’nın. Tanıdık gelen bir ceylan derisi evet oymuş kendi haritası Billure’ye verdiği harita geri dönüp tekrar onu bulmuştu. O sırada başı dönmeye başlamış ve bayılmıştı.
  Uyandığında sormuş soruşturmuş.
  “Bu haritayı km nasıl ele geçirmiş?”
  Bu sorunun arkasından Cleves Düşesi Maria’yı Sicilya valisine götürürken uyluğuna ok saplanan Rum muhafızı bulması çok zor olmamış. Ona haritayı aldığı kişiyi tarif ettirmiş ve adamın anlattığı kişi Billure idi. Demek hayatta ve yakınımdan geçmiş diye içinde geçirerek mutlu olmuş.
ssss.jpg
  Alkala ona“Hızır Reis” veya “Efendimiz” diye hitap edermiş. İlk kez ona Kaptan baba demiş. Hoşuna da gitmişti çünkü ölen abisine “Baba” diye hitap ederlerdi. O gün Kral Carlos’tan gelen mektubu okuması için çağırmıştı Alkala’yı yanına. Mektubu okumuştu ve bir meydan okuma mektubuydu bu. Oruç Reis’in başına gelenlerin Hızır Reis’inde başına geleceğini söylüyormuş. O gün bütün levendlerine seslendi Hızır Reis. Kısacası ayrılmak isteyenlerin ayrılabileceğini buyurmuştu. Fakat hiçbir levend o gün böyle bir şey yapmadı ve “Bizim kararımız senin kararındır Reis Babamız!” diyerek haykırmışlar Hızır Reis’in konuşması bittiğinde.
  Farklı bir gündü aynı günde dünyayı titreten iki hükümdarın elçileri de Cezayir’e gelmişti şimdide Osmanlı elçileri. Piri Reis sevinçle içeri girdi kucaklaştılar. Mutlu haberi vermeye başlamıştı. Yüce sultanımız Yavuz Sultan Selim Han iki kardeşin cihat adına İslam adına yaptıklarına gıpta edip rahmet Oruç Reis’e “Nasreddin” dinin yardımcısı, Hızır Reis’e “Hayreddin” dinin hayırlı yardımcısı diye lakap biçim hilatler göndermiş. Hediyelerini saltanat hediyesi olarak çattırdığı iki kadırgaya yükletmiş. Çeşit çeşit hediyelerle birlikte elmas kabzalı iki kılıç ile iki sorguç ve bir sancak-ı şerif yollamış. Yolladığım kadırgalarımdan birine Hızır lalam bizzat kendisi binsin. Sorguçlarımdan birini sokunsun, kılıçlarımdan birini kuşansın! Bundan böyle her ne ki ihtiyacı olur, eşiğime arz etsin! demiş. Sultan ona beyim demiş Cezayir sancakbeyi olarak atamış birçok hediyeyle sorguçla, sancakla, kılıçlarla, flandralarla süslemiş. Hızır Reis üzülmüş meğerse kendisine nasip olup ta Oruç Reis’e nasip olmadığı içinmiş. Sabah salona korsan reisi olarak giren Hızır Reis, gecenin sabaha karşı saatlerinde Osmanlı cihan devletinin hizmetinde bir sancakbeyi olarak çıkmış.
  Piri Reis görevini bitirip kapıdan çıkacağı sırada yeni hatırlamış gibi geri dönerek Hızır Reis’e bir kitap vermiş ve anlatmış. Padişahın yanından çıktıktan sonra Andre Doria’nın yollarının kestiğini ve onlara Hızır Reis’e gidiyorum Cezayir Sancakbeyine gidiyoruz demiş.Doria ise şimdide Sancakbeyi oldu ha diyerek şaşırmış ve onlara “Bak a Türk! Sahipli sürüyü kurt dalamaz. Size şimdi dokunmayışım, ileride yine karşılacağız diyedir. Var yolunda git Barba Rossa’ya selam söyleyip şu kitabı benden hediye götür!” demiş. Kitap Latinceymiş Hızır Reis kitabı Alkala’ya vermiş okuması için Alkala incelemiş, güzel ciltli yer yer resimli ve yazılı bir elyazması imiş. Alkala daha kitabı tanımış daha önce Dejan Ojeda’nın okuttuğu Dante’nin Cennet ve Cehennemi anlatan şiir kitabı imiş. Hızır Reis neden göndermiş olabileceğini sormuş Alkala’ya. O isi içine baktığı sırada sadece Cehennem kısmının yazılı olduğunu diğer sayfaların olmadığını fark ederek söylemiş Hızır Reis’e. Hızır Reis ise
  “Kafir güzelde tasvir edermiş!.. diyerek sözlerini sonlandırmış hafifte bir kızmayla.
  Piri Reis’i geçirdikten sonra Hızır Reis Alkala’ya
   “Sidi Can, şu Doria kâfirinin hediyesine yarından tezi yok, mukabele edelim. Kitabını tartalım, ağırlığınca mücevher gönderelim.”
   “Maddi ağırlığını değil manevi ağırlığını ölçelim derim beyim. Biz de ona geçen yıl kiliseyi karıştıran 95 yeni kuralı yazdırıp gönderelim; Protestanlığın 95 yeni kuralını.”
   “Yok, Sidi, daha iyisini yapalım. Yunus Emrem hazretlerinin ilahiyatından bir tuhfe hazırlatalım, çocukken babam bize okurdu da çok hoşumuza giderdi, işte onu gönderelim. Sonra bekleyelim. Bakalım bize Dante şiirleri gönderen Doria, Derviş Yunus’un sırrını mı önce çözecek, Müslümanlara eziyetle meşgul olan Carlos Kral altın heykellerin sırrını mı?” Dediği gibi yapmışlar ve birde mektup yazıp eklemişler hediyelerin yanına. Ertesi gün Hızır Reis bütün ahaliyi toplamış ve anlatmış herkese sultanın fermanıyla sancak beyliği olduklarını ve kendisinin de sancakbeyi olduğunu. Herkes çok sevinmiş kurbanlar kesilmiş, şenlikler yapılmış, eğlenilmiş fakir fukaraya sadaka verilmiş. Herkes Hızır Hayreddin’e sadakat sözü vermiş. Kazanlar kaynamış, davullar vurulmuş, sancak dalgalandırılmış, sancakbeyliği olunmuş.
    Aynı gün elçi sancağı çekilmiş firkate Cezayir burnunu dönerken Alalude’nin salladığı mendili görmüş Alkala. Gözünün önünden ise Billure’nin hayali varmış. Sonbahar geliyormuş. Mektup ile heykeller krala, Yunus şiirlerini de Doria’ya verip Dejan Ojeda’ya gidecekmiş. Ojeda iyiden iyiye yaşlanmış. Konuşacak çok şey biriktirmiştir diye aklından geçirmiş. Doğrusu onu kaybettiğinde karlı mevsimleri kiminle paylaşacağını bilemiyormuş. Rüzgârlara başını yaslamış. Sırlarım ile yeminim arasına yine bir kış geliyordu diye geçirmiş aklından. İlk teşrinin son günü, metruk hisara gidip Billure’yi bekleyecekmiş. İnşallah bu sefere gelir diye dua etmiş. Bir yandan da İspanyaya gitmesindeki bazı sırları Hızır Reis’e anlatmadığı için içinde bir sıkıntı varmış. Hızır Reis’in tembihleri de kulağında imiş.
   “Billure’yi bul getir. Getiremiyorsan donanmamı çekip getirmem için bir güvercin kanadına dokun yeter!”                      
İKİ YIL SONRA
  Hızır Reis anlatmaya başlıyordu:
  “Altmış dört kadırga sayabilmiştim Sidi!.. Şehrimize arkebüz ve top namlularını çevirmiş tam altmış dört İspanyol kadırgası” demiş Alkala’ya. Sesinde ağır bir hüzün, yüzünde küçük bir seğirme ile. Reisleriyle bile görüşmeyen, mağlubiyetini nefsine yediremeyen, ağabeyinin intikamını alamadığı için kendini yiyip bitiren, Osmanlı ülkesinin Cezayir ilindeki sancakbeyi olduğundan şüphe duyarak içlenen bu kişi Hızır Hayreddin Reis olamazmış. Kaderkale’deki mütevazı kulübede oturmuş, yaşlı gözlerle anlatıyormuş:
  “Cezayir halkı sözlerinde durmadı Sidi.Murabıtlar,şeyhler,Arap beyleri ve Berberi kabile reisleri,Tlemsen ve Tunus beyleri,üzerimize İspanya’yla birlikte asker çıkardılar.Meğer Cezayir Türkleri hiç sevmemiş!..”
  Alkala durumu toparlamaya çalışsa da, Hızır Reis Cezayir halkının hainliğini anlatıyormuş. Daha sonra şu İspanya sarayındaki muhafızları öldüren adamın buraya da lazım olduğunu ve buradaki şeyhleri, murabıtları, beyleri, reisleri öldürmesi gerektiğini söylemişti. Alkala çok şaşırdı bu söylediğine Hızır Reis’in. Daha sonra olayları anlatıp devam etmesini istemiş Hızır Reis’ten. Oda anlatılacak bir şey yok iyi niyetimiz gözümüzü kör etmiş meğer. Cezayir ihanet etti diyerek sözlerini sonlandırmış. Hızır Reis kendini herkese karşı mahcup görüyordu karsının yüzüne bakamıyormuş, reislerine bir şey diyemiyormuş. Daha sonra Alkala’ya geldiğine sevindiğini fakat yalnız geldiğine de üzüldüğünü söylemiş. Alkala iste dışarıda Aydın Reis’i bulmuş olanı biteni anlattırmış. Aydın Reis ilave etmiş devamında “Bütün bunlardan daha üzücü olan ise Kâtip Sidi, Hızır Reis’in sessizliği. Onu kimse kabuğundan çıkaramıyor, nedense! Bize o eski denizci tekerlemesini söyleyip Kaderkale’den dışarı çıkmayacağımızı söylüyor.” Alkala biraz beklemiş zamanı geldiğinde onunda normale döneceğini söylemiş. Aydın Reis devam etmiş kaç zaman geçtiğini fakat Hızır Reis’in keyfinin olmadığını. Böyle giderse de Cezayir’i unutmadan ya da tekrar almadan keyfinin yerine gelmeyeceğini söylemiş. Alkala böyle bir amacını olup olmadığını sormuş. Aydın Reis yok dedikten sonra eklemiş onu hayata döndürebilecek bir şey var aslında. Alkala sormuş merakla ne olduğunu. Oda söylemiş Andre Doria, onu hayata döndürebilecek tek isim Andre Doria’dır. İlerleyen günler Alkala’nın Hızır Reis’i şevklendirmeye çalışmalarıyla muhabbeti edip eski Hızır Reis’i geri getirme çabalarıyla geçti İspanyadaki olayları anlatıyordu arada bir Andre Doria’nın bahsini açarak onu heyecanlandırıyormuş. Billure’yi soruyordu Hızır Reis. Anlatıyordu Alkala ne kadar yaklaştığını onu bulduğunu hatta ama düşündüğü kadarıyla Billure’nin fikir değiştirdiğini sandığı kadarıyla artık onu istemediğini anlatıyormuş Hızır Reis’e. Hediyeleri sordu Hızır Reis. Andre Doria’nın Yunus şiirleri için Türkçemi öğrencem diye serzenişte bulunup daha sonra Türkçe bilen birini bulup okutup dinleyeceğini söylemiş olduğunu iletmiş. Heykelleri ve mektubu da Kral Carlos’a verdiğini fakat iki ay boyunca ondanda haber çıkmadığını söyledi. Oradan İspanya’ya geçtiğini söylediğinde Hızır Reis sordu Billure için mi diye fakat bocaladı Alkala. Devamında evet dedi vardığımda sokakta kargaşa, bir hengâme, suç ve kanunsuzluktur gidiyordu diye anlatmış. Böyle bir zamanda Billure’yi soruşturmanın çokta doğru olmayacağını söylemiş. O sırada aklına yemini geldi İspanya’ya gitmesinin başka bir nedeni olan yemini. Üstelik Dejan Ojeda ölmüştü genç yardımcısıyla buluşmaya gitmiş ve sırlarını ona anlatmıştı. Ona bile anlattığı sırlarını Hızır Reis’e söylememişti daha bu ayrılık canını yakıyormuş. Ardından şunu anlatmaya başlamış Alkala. Bir gün Billure’nin izini bulduğuna bir adamın Hızır Reis’in Doria ile olan Sardunya savaşını anlattığını duymuş adamı takip etmiş altın vererek konuşturtmuş. Düşes Maria ve yanındaki dört kızdan bahsetmiş. Dört kızı tam hatırlayamıyormuş ama çakır gözleri varmış diye sorduğunda rahibelerin mi diye sormuş. Alkala adamın çok iyi hatırlamadığını anlamış fakat Hızır Reis o sırada:
  “Hayır, adam iyi hatırlamış Sidi. Çünkü rahibelerden birinin gözleri çakır idi, hizmetkârların değil.”
  “Bunu nasıl biliyorsunuz efendim ve daha evvel bana neden söylemediniz?”
  “Evet, keşke söyleseydim, hatta keşke o iki hizmetkârı geri vermeyip Cemayma’ya getirseydim. O vakit her şey anlaşılmış olurdu.”
   Her neyse diyerek devam etti Alkala. Adamdan nereye gittiklerini de öğrendim yolda başlarından geçenleri de. Daha sonra izini bulduğunda Cleves’e gitmiş iki ay kadar kiliseleri dolaşıp rahibeleri incelemiş, daha sonra Düşes Maria’nın evindeki kâhyayla bir şekilde ilişki kurdum ve sırf ona ders verirken belki görebilirim diye 21 gün pusula hazırlamayı ve 21 gece usturlap okumayı öğrettim diye devam etmişti sözlerine. Fakat nafile bulamamış ve görememişti onu her gün ayrı heyecanla kalkıp ayrı bir ümitsizlikle bittiğini anlatıyormuş.
  Dört ayın sonunda geri dönmeye hazırlanırken yol harcını biriktirmişken. Çalıştığı dükkâna sarı saçlı bir çocuğun geldiğini gülümseyerek yanına kadar sokulmuş. Adı Yasef’miş. Sanki Yusuf demeye çalışıyormuş gibi gelmiş Alkala’ya. Sonra şu cümleleri kurmuş Alkala’ya:
  “Siz osunuz belli!.. Yıllar önce bir kalede bir harita çizmişsiniz. Şimdi aynısını çizmeniz isteniliyor. Eğer siz o iseniz dediğimi anlamış olmalısınız. Yarın geldiğimde haritayı sizden alıp götüreceğim.”
  Hızır Reis bile çok şaşırmış olanlara ve heyecanla dinliyormuş ertesi gün gelip gelmediğini sormuş. Alkala anlatmaya devam etmiş. Geldi bu sefer elinde bir sepet, sepette gül dolu ve üzerinden küçük ısırıklar alınmış olan üç elma varmış.Çocuğa haritayı vermiş çocukta sepeti vermiş.Sepette küçük bir not varmış içinde: “Efendimin gül bahçelerinin ne kadar güzel, elmalarının ne kadar leziz olduğunu bilseydin!..”
  Hızır Reis:
  “Eeee?”
  “Eeesi efendimiz, Bohemya’da anlatılan bir Alaman masalı varmış..”
  Alkala devam etmiş masalın birbirine kavuşamayan iki genci anlattığını kızın daha sonradan kendini fani aşktan uzaklaştırıp, ahrete olan aşka vermesini anlatıyormuş diye anlatmış Hızır Reis’e. Bu yüzdende daha fazla uğraşmadan umudunu kesip döndüğünü anlattı Alkala. Hızır Reis konuşmuş:
  “Ya senin onu bulmanı istiyorsa Sidi, ya kaybettiysen?”
  Alkala devam etmiş efendimiz eğer o sepette üç heykel olsaydı arardım. O kendine masaldaki rolü veriyorsa bana da masaldaki erkek olup aşkımı içimde yaşayıp yanmak düşer demiş devamında ise üç elma ona üç heykel ise bana ilham veriyordu demiş.
  Gün böyle devam ederken Salih Reis içeri girmiş ve ikisi de rahat bir nefes almış. Andre Doria’dan bir mektup varmış. Mektup yine onu öldüreceğini ve kendi gemilerinin onun cehennemini getireceğini söylüyormuş. Yine bu mesajı gönderdiği anforanın kopyasından da zafer şarabını yudumlayacağını söylemiş.
  Hızır Reis ise Midilli’ye gönderelim Süleyman Reis’i orada çok maharetli bir kılıç ustası var bir kılıç dövdürüp kabzasına yakut yerleştirelim ve Doria’nın hediyesine mukabelede bulunalım, lakin beni öldürmeyi Haçlı kılıçları başaramaz diyerek sözlerini sonlandırmış.
  Beatrix artık Cleves ailesinin yanında dadı olarak işe başlamış. Ona her türlü bakımı yapıyor, ders çalıştırıyormuş. Conradina ise artık gerçek bir rahibe olmaya çalışıyordu o günden beri artık gerçekten rahibeliğe vermişti kendini. Beatrix nerdeyse bütün sırlarını dadısı olduğu Anne’ye anlatmıştı. Müslüman olduğundan Alkala’ya kadar artık her şeyi biliyordu ve oda buna göre davranıyordu araları çok iyiydi. Anne onu annesi kadar çok seviyormuş ve hatta bazen annesiyle karşılaştırma işine bile giriyormuş ama Beatrix bunu yapmaması için onu uyarıyormuş.
  Hızır Reis Cezayir’den çıkıp giderken ne kadar üzüldüğünü görenler, Cezayir’i fethettiği zaman da o dere sevindiğine şahit olmuşlar. O gün kendini parçalayan gözyaşları döküp ağıtlar yakan adam, bugün neşe içinde çocuklar gibi sevinip eğleniyormuş. Üç günlük kuşatmanın sonunda Cezayirli Müslümanlar, Saint Paola Kalesi’nin çevresindeki 36 parelik donanmanın zafer toplarını duyduklarında baharın güzelliklere güzellik kattığını düşünmüşler. Araplar ve Afrikalı yerlilerin görmek istedikleri kızıl çalı sakallı, fırça kaşlı adam şimdi limana giriyormuş. Üstelik İspanya valisi Don Martin Vargas’ı yanında yürüterek. Artık Kaderkale’de geçen sakin durgun hayat yazın kadırgalar, kalyonlar avlayarak geçen;kışın oğluyla kuş avlayıp,ata binerek geçen hayat bitmişti.Cemayma Hatun’un evcimen kadınlık otoritesi de sona eriyordu.Hasan on beş yaşına girmek üzereydi.Alalude kendini yuva kurmaya vermiş,kendi yuvasını kuramamış ama esir kızlar ile levendleri evlendirmek konusunda pek maharetli çıkmış.Kaderkale’de herkesin hürmetini kazanan asil bir kadın olmuş.
  Bir gün Hızır Reis ile Alkala satranç oynarken bir sesle irkilmişler:              
  “Gemileeeeeeeeeer!..Gemileeeerrr!..Aydın Reiiis!..Otuz üüüüç!..”
  Aydın reis otuz üç gemiyle limana girmiş. Bunlardan on biri ganimet imiş. Aydın Reis’in şerefine kurulan mecliste otururken Hızır Reis’in gözüne ayakta bekleyen iki gence takılmış. Mavi gözleri ve sarı saçları kadar tavırları da ecnebi olduklarını gösteriyormuş bunların kim olduğunu Aydın Reis’e sorduğunda ise çok şaşırmış. Bunlardan biri Kaptan Doria’nın oğlu biri ise onun kâtibiymiş. Hızır Reis şaşırdı babasını övdü çocuğa karşı ve buyur etti masasına çocukta şaşırmıştı ama sonrasında babasının da Hızır Reis hakkında böyle konuştuğunu söylemiş. Fakat o sizin çocuğunuzu bu şekilde masasına oturtmazdı demiş. Daha sonrasına çocuk macerasını anlattı ne şekilde denize çıktığını ve Aydın Reis’le nasıl karşılaştığını ve esir düştüğünü anlatmıştı. Daha sonrasına çocuğa seni bağışlayıp İspanya kralına bırakıcam merak etme demiş ve onu oğluyla tanıştırıp ona emanet etmişti Hızır Reis. Ertesi günlerde Don Martin ve çocuğu Malaga’ya bırakıp geri dönecek bir gemi hazırlatılmıştı ve yola çıkacaklarmış. Don Martin’e kölelerden biri bir çanta sundu oda çantayı açıp kölelere değerli eşyalar vermiş tamda verirken çantada Billure’nin verip onlarında krala hediye olarak gönderdikleri heykellerden sarı olanı görmüştü ve aklı dönmüştü o an gemiye binmeye karar vermiş Hasan’a babasına Billure demesini ve onun anlayacağını söylemiş ve gemiye binmişti. Gelecek günlerde kraliyet saraya varmışlardı. Don Martin ve çocuğu saraya bırakmışlardı. Sonrasında Alkala Billure’yi araştırmaya başlamış Don Martin’e bazı sorular sormuş değişik araştırmalar yapmıştı. Daha sonrasında Cleves ailesinin Bohemya’yı Sultan Süleyman’ın fethetmesinden dolayı İspanyaya taşınmışlar bütün bunları öğrenmişti. Daha sonrasında Don Martin’in Cleves Dükü’nü tanıdığını ve onların yanına bir bahane ile gideceklerini planlamışlar. Gittiklerinde Billure’nin izini bulmuşlar ama adam karısının çocuklarının ve dadının İngiltere’ye düğüne gittiğini ve uzun bir süre gelemeyeceklerini söylemiş. Alkala’nın içi biraz rahat etmiş bundan sonra dadı olduğunu iyi bir ailenin yanında olduğunu ve rahat bir yaşam sürdüğünü bildiği için birazda olsa sevinmişti. Tamda şatodan çıkarken elinde bir sopa ile bir kadının üzerlerine geldiğini görmüşler ve kadın bağırarak:
  “Şehzade Alkala! Seni sersem! Sonunda geldin demek! Yazıklar olsun sana!”
  “Durun hanımefendi, delirdiniz mi? Ne şehzadesi, o bir haritacı!”
  “Elbette biliyorum. Bir haritadan iki tane çizecek kadar usta ama bir sevgiliyi ikici defa arayacak kadar da ahmak!”
  Başı dönen Alkala bayılmış gözlerini açtığında onunla konuşmak için can atıyordu ismini sordu ve Conradina olduğunu öğrenmiş. Beatrix’in en yakın arkadaşı olduğunu öğrenmiş onun hakkında bir sürü bilgi almıştı. Saatlerce muhabbet etmiş ve dertleşmişlerdi. Beatrix’in de onun bir kâtiplik yaptığını bildiğini ve araştırdığını öğrendiğinde Alkala çok sevinmişti merak edilmek hoşuna gitmiş. Daha sonra oradan ayrılmış ve de ayrılırken kendisini olan bir şeylerden haberdar etmesini tembihlemişti.
  Cezayir’e dönerken kabak meltemi esiyormuş. Billure’ye çok yaklaştığını hissediyormuş artık. Her zaman hüzün ile çıktığı bu yollar artık onun için bir umut taşıyormuş. Akdeniz’de artık başka bir dalga köpürüyormuş, Akdeniz başka bir Akdeniz olmuş. İçinde umutlar ve tabii ki de hüzünler varmış.




ÜÇ YIL SONRA
  Kâtip Sidi yani Alkala Cezayir’e varmıştı. Sevinçli haberler üst üste geliyormuş. Kanuni Sultan Süleyman elçisiyle bir mektup göndertmiş. Mektupta Hızır Reis’i kendi yanına çağırtmış ve ona bir görev vereceği anlaşılmış. Hızır Hayreddin Reis buna çok sevinmiş mektup okununca gözleri dolmuş ve derhal hazırlıkları başlatarak aynı zamanda da Cezayir’de kurbanlar kestirerek fakirlere yardım ederek bir bayram havası yaratmış. Hızır Reis gideceği bu yolculukta oğlu Hasan’ı da götürecekti çünkü Kral Carlos oğlunun canını istiyormuş. Alkala ile yalnız kaldıkları sırada onunda kendisiyle gelmesini söyledi her ne kadar Alkala Billure’nin izini İngiltere’de bulduğunu ve oraya gitmek istediğini söylese de izin vermedi ve onuda yanında götüreceğini söylemiş. Hazırlıklar tamamlanınca artık yola çıkmışlar bir sabah varmışlar İstanbul’a. Sultanın sarayına varmışlar ve sultan onları büyük bir sevinç ile karşılamış o gün ve asıl mutlu haberi vermişti kaptanı derya artık Hızır Hayreddin Reis idi. Ona İstanbul’daki tersaneleri yenilmesini donanmanın başına geçmesini ve İspanya’ya dersini vermesini istemiş. Bahar geldiğinde hazırlıklar yavaş yavaş tamamlanmış gemiler yapılmış levendlere dersler verilmiş donanma ıslah edilmiş.
  İstanbul’dan ayrılmışlar altıncı günde Alkala gemiden ayrılıp Datça yöresindeki Yazıköy’e gitmek istemiş. Billure’nin memleketine bu nedenle gemiden ayrılmış.


ssss.jpg
  Alkala Billure’yi bulmuş. Uzun süre birbirlerine bakamamışlar ardından birbirlerinin yüzüne bakmadan sadece konuşmaya başlamışlar ağızlarından yeri gelmiş şiirler yeri gelmiş sitem dolu sözler dökülmeye başlamış ama Billure ona karşı mesafeliymiş. Alkala ona sarılıp bir kez olsun öpmek isterken o ise kendisini bazı şeylerden kurtarıp öyle geri gelmesini istermiş. Alkala bunu duyunca çok şaşırmış acaba yeminini mi öğrendiler diye aklından geçirmiş Billure ve Conradina için. Alkala tam olarak anlayamamıştı ne demek istediğini aslında. Daha sonrasında veda zamanı geldiğinde hiç bilmezmiş vedaların bu kadar zor olduğunu ve düşünmüş aslında o şimdiye kadar hiç kimseye veda etmemiş.
  Daha sonraları onunla vedalaştığı yere uğrarken bulmuş kendini. Conri ile iletişime geçip kendini kurtarması gereken şeyin ne olduğu konusunda fikir edinmek istemiş ve onunla gizlice buluşmuşlar konuşmaya başlamışlar uzun uzun. Conri onun hakkındaki sırları öğrendiklerini onun yeminini bildiklerini söylemiş. Son Endülüs emiri olduğunu anladıklarını söylemiş ve anlatmış nasıl anladıklarını. Hisardaki katliamı yapan yirmi askerin yıllar sonra nasıl bir bir öldüğünü ve onları Alkala’nın öldürdüğünü ve ayrıca Beatrix ile uyurken yeminini sayıkladığını söylemiş Alkala şaşırmış ne diyeceğini bilmeyerek bocalamış. Muhabbetleri sabahlara kadar devam etmiş.





İKİ YIL SONRA
  Alkala son muhafızın izini ararmış. Sonunda bulmuş onu Kıbrıs’taymış. Bir şekilde onu yakalayarak öldürmüş fakat Kral Carlos’un onun kim olduğunu artık bildiğini ve ona bir tuzak kurduğunu bilemeden yapmış bunu sonuç olarakta esir düşmüş. Günlerce eziyet görmüş helâ çukuruna asmışlar bedenini dağlamışlar üstüne işemişler çeşitli şekilde eziyet etmişler. Bunları haber almış Hızır Reis tez davranarak aramaya koyulmuş esir alan gemiyi nede olsa o Sidi Can diye geçirmiş aklından. Alkala son olarak birkaç ses duymuş Barbarossa diye haykıran ve gözlerini Hızır Hayreddin Paşa’nın konağında açmış birçok doktor onu tedavi etmek için uğraşmış. Günlerce başında beklemiş Alalude. Sonunda iyileşmiş Alkala ve herkes rahat bir nefes almış.
  Günler geçmiş eski gücüne kavuşunca Alkala Hızır Reis ile muhabbet etmişler. Hızır Reis aslında onun bir emir olduğunu on yıl öncesinden biliyormuş ve onu takip ettiriyormuş korunmasını sağlıyormuş. Uzun süre geçmiş günlerden konuştular yaptıklarını başlarına gelenleri anlattılar durdular. Artık Sidi’nin bahsinin her yerde konuşulduğunu bir halk efsanesi haline geldiğini söyledi Hızır Reis. Artık kendi milletini toplamanın babasından kalan emirliği tekrar toplaması gerektiğini söyledi ona. Hızır Reis ise üç Venedik kalyonu ve birazda hazine bağışlamış olarak gönderdi Gırnataya Alkala’yı. Kendisi ise İstanbul’a doğru yol aldı.
  Alkala Gırnataya gitmişti orada davası için asker toplamakta aynı zamanda da bağrında Billure ateşiyle yanıyordu. Fırsat bulduğu bir vakitte Billure’nin yanına gitti temizlendiğini söylediyse de Billure buna tam olarak inanamadı söylediği lafı yanlış anladığını ona söyledi ve tamamen temizlendiğinde anca onu alabileceğini anlatmış ona bu bile sevindirmişti Alkala’yı onu alabileceğini söylemişti çünkü. İspanya’da günler tehlikeli geçiyormuş sürekli yakalanma korkusu ve aynı zamanda kendi davasını devam ettirme hissi gücü yavaşça tükeniyormuş çünkü artık Müslümanlar korkmuş Kral Carlos’tan. Hiç kimse cesurca davranamıyormuş davaya katılmak istemiyor ve bu daveti reddediyorlarmış birkaç avuç adam dışında.
  Eylülün sonunda üç yüz kadar adamla Gırnata emirliği için umut besleyen son adamlarla birlikte denize açılmışlardı çünkü Hızır Reis’in savaşın eşiğinde olduğunu ve inanılmaz bir donanmaya karşı olduğunu duymuştu Alkala. Sis içindeki denizde ilerlemişler. Ardından bir gülle yağmuruna tutularak kaçmaya başlamışlar ki o sırada bir gemiye çarparak sarsılmışlar hemen ardından güverteye Allah! Allah! Diyerek atılan levendler görmüşler hemen Müslüman olduklarını kanıtlayarak durdurmuşlar onları. Hızır Reis’e götürmüşler herkesi Hızır Reis ve Alkala ikiside çok sevinmişler birbirlerini görünce Hızır Reis kendisini yalnız bırakmadığı için ona minnet duymuş ve Sidi Can! Diye haykırmıştı ortalıkta. Sidi ona söylemişti tarlakuşları getirdim sana Hayreddin Paşam diye. Merak etmişti neden getirdiğini ama sonra anladı tarlakuşlarını gidip Haçlı gemilerine salmışlardı bu kuşlar ıslıkları çok güzel taklit ediyorlarmış bu konuda çok başarılarmış. Kâfirlerde gemilerde forsalara hızlanıp yavaşlamaları için ıslık öttürürlermiş eğer kuşlarda bunu taklit ederse karışıklıklar olacağını bununda yardımcı olacağını düşünmüş Sidi. Çok sevinmiş buna Hızır Reis ve Preveze boğazında beklemeye başlamışlar. Savaş başladığında kuşlar çok işe yaramış ve onları çok şaşırtmış istedikleri olmuş Sidi’nin ve Hızır Hayreddin Paşa’nın. Saatlerce insanlar ölmüş, yaralanmış gemiler yanmış, gemiler batmış gülle sesleri artık insanların kulaklarına aşina olmuş insanlar alıştıklarından duymamaya başlamışlar artık o sesleri.
  Ardından sevinç çığlıkları ve şükür duaları birbirine karışıyormuş. Savaş kazanılmış Doria kaçmaya başlamıştı fenerini bile yakmadan Hızır Reis gülüyormuş arkasından alay ederek artık Akdeniz’in tek hakimi oydu. Doria ismi silinmişti o gün orada. Herkes sevinirken bir tek Alkala üzülürmüş oda Gırnata Emirliği için buraya gelirkenki amacı önce Hayreddin Paşa’ya yardım etmek sonrada ondan yardım istemekmiş. Bir türlü yapamamış bunu zaten Sultan Süleyman’ın fermanıda gelmiş İstanbul’a çağrılmış tekrardan. Hayreddin Paşa yine ona bir hazine bağışlayarak bunlar Gırnata Emirliği için demiş.
  Alkala tekrar dönüş yoluna çıkmış gemideki mücahitler dört gün boyunca eğlenmişler. Hatta bazıları gizli gizli şarap bile içmişler. Ertesi günlerde aralarından seçtikleri bir grup mücahit Sidi’nin yanına gelmişler ve söylemişler hazineden payımıza düşeni istiyoruz demişler. Alkala ise onu Gırnata Emirliği için harcayacağını söylediğinde kabul etmişlerse de sevinmediler de. Artık şüphe etmişti herkesten kendi vatanını yaşatma arzusu temelli yok olmak üzereymiş. Tekrar eski günler yaşayabileceğinden şüpheliymiş bu kadar uğraşmasına rağmen bunları boşa gitmesini kaldıramayacağını bilmekteymiş.
  Yine Hisara gitme zamanı gelmişti her yılda bir gün orada beklerdi yine gitmiş ve geceyi orada geçirmiş. Sabah bir hayal olmalıymış karşısında Billure yumuşak bir tonla
  “Şehzade Alkala!..Sevgilimmm!..”
SEKİZ YIL SONRA
  “Sultan efendimizin yanındaki kim babacığım?”
  “Sağındaki Şeyhülislam, solundaki veziriazamdır Yusuf’um.”
  Bu soruları soran Alkala’nın çocuğu Yusuf’muş. Onlar İstanbul’daydı fakat bu sefer sevinle değil hüzünle gelmişler. Bu sefer Hayreddin Paşa’nın cenazesini kaldırıyorlarmış. İstanbul İstanbul olalı böyle bir gün görmemiş. Onun mezarını yine onun istediği eşik taşının olduğu yere denizin dibine yapmışlar ve onun istediği üzere türbesini düzenleyecek dediklerini yapacaklarmış. Bütün Müslüman dünyasının içi kan ağlıyormuş. İstanbul’daki Rumlar bile ağlamaktaymış çünkü artık gizliden kapılarına erzak bırakacak olan bir Hayreddin Reis olmayacakmış. Cenaze gömüldükten sonra Alkala ve Yusuf evin yolunu tutmuşlar ve Billure’nin kardeşi Yusuf’ta o gün orada misafirleriymiş. Yusuf’a söz vermiş eve gidince hatıralardan anlatacağına dair. Bu hatıralar ise Sultan Süleyman’ın Hızır Reis’e not tutması için buyurup onunda Alkala’ya tutturduğu hatıraların bir kopyasıymış. Eve gittiklerinde türbeyi tepeden gören balkonda oturmuşlar hep beraber. Billure o sırada küçük Yusuf’u kucağına almış. Yusuf heykelleri sormuş annesine. Annesi de anlatmaya başlamış. Alkala şaşırmış çünkü o ne zaman istese de bunu hiç anlatmamış hep lafı döndürüp dolandırmış fakat şimdi anlatacakmış hem heyacanlamış hem de oğlu Yusuf’u birazda olsa kıskanmış. Billure bütün hikâyeyi anlatmış saatler geçmiş ve bu seferde Alkala anlatmaya başlamış:
  “Efsaneler denizindeydiler ve gittikleri yerlere kendi efsanelerini de götüreceklerini henüz bilmiyorlardı. Midilli’den görülebilen ufuklar dört kardeşin büyüklerine göz kırpıp duruyor, köpüklü bağrını göstererek ötelere, daha ötelere çağırıyordu. O ve İlyas, küçük olan ikisi, henüz kendilerine uğur getirecek süslü kalyetaları bile seçmemiş, bir akşam limana demir atıp seherde yola çıkar gibi kaderlerini etkileyecek zarif kadırgaları beklemeye bile başlamamışlardı…”




7 yorum: